Edirne'nin Tarihi

Edirne'nin tarihi

Mazisini hasretle arayan, geçtiğimiz asırda en çok kan kaybeden şehir hangisidir? Hiç şüphesiz bu talihsiz şehir Edirne'dir. Kaynaklar Edirne'nin 17.yy sonunda 200 bin merkez nüfusa ulaşarak Bursa'yı geride bıraktığını kaydediyor.

Bu tarihten sonra da düzenli olarak kan kaybı başlıyor. Rumeli'de kaybedilen her kale  Edirne'den silinip giden bir mahalle oluyor. Evliya çelebi  Edirne - İstanbul  arasının kaldırımlı ve gidiş-geliş olarak çift yönlü olduğunu naklediyor.

Bugünün otobanı sayılabilecek bu gelişmenin sebebi Edirne'nin ikinci bir saray-ı hümayuna sahip olması. İlk Osmanlı sarayı fetihten hemen sonra  Edirne'de inşaa edildi. 1. Murat'tan önce saray denilebilecek bir yapı yoktu.   Edirne'nin1362'de fethi ile birlikte ciddi bir imar faaliyeti başladı. Bu tavır Osmanlıların Rumeli'ye verdikleri önemin de bir göstergesiydi.

İstanbul'un fethine kadar 91 yıl boyunca Edirne başkent olarak kaldı.  Edirne bu döneminde Eski camii, Üç şerefeli camii, Yıldırım Beyazıt Camii ve Muradiye camii gibi selatin camiler, padişah ve vezir sarayları, hanlar, çarşılar, enderun mektepleri ile donatıldı.

İstanbul'un fethinden sonra payitaht el değiştirse de Edirne büyümeye devam etti.Şehzadelerin payitaht dışında yönetim pratiği yapma geleneği Edirne ile devam etti. Sultanlar gençliklerini geçirdikleri bu şehri hep sevdiler. III. ve IV. Mehmet, III. Murat gibi bazılarının, o günlerin bakanlar kurulu sayılan divanı Edirne'de topladığı seneler oldu.

Burada İstanbul gibi bir dünya başkentinden sıkılma söz konusu değil, belki tebdil-i mekan ve biraz da nostalji tutkusu var.

Evliya Çelebi'nin 1653 Edirne'sini tasvire başladığı cümle ne çok şey anlatır: "Deryalar gibi dalgalanan gül bahçeleri ve ormanlar içinde çevresi 5 fersah bir şehirdir".

İki asır sonra Tazminat devri Edirne'si için batılı yazarların tasviri bile hala büyüleyici bir şehri tarif eder.  "...şehrin dışardan görünüşü pek güzeldir. Şehrin mevkii Arda, Meriç, Tunca ve Uzunca'nın birleşmesi ile kendine has bir karakter alıyor. Nehirler sebebiyle şehri saran geniş dutluklar meydana gelmiş, şehir de yüksek bir tepe üzerine kurulmuş, zirve ise Selimiye Camii ile taçlanmış. Şehrin görünüşü muhteşem."
20. yy'ın başında bile Edirne hala etkileyici bir şehirdir.Edirne doğumlu olan Şevket Süreyya Aydemir hatıralarını anlattığı eserinde çocukluğunun Edirne'sini ne güzel tasvir eder; "Şehrin her tepesinden ayrı ayrı ve hepsi de birbirinden güzel hesapsız kubbeler, minareler yükseliyordu. Şehir bunlarla öylesine donanmıştı ki, onların gölgesinde yaşayıp da, her biri daha üstün bir ustanın elinden çıkan bu kubbelerin, minarelerin manalarını duymamak, onların etkisinde kalmamak, kimse için mümkün değildi."

Ne hazindir ki bugün abide eserleri çekip alsak Edirne'den geriye sıradan bir kasaba kalır. Yangınlar, 1829 ve 1878 Rus işgalleri, 1913 Bulgar, 1919 Yunan işgali, son olarak da 1940 Alman işgali korkusu bu muhteşem şehri soldurmaya yetmiş.

Her şeye rağmen diyar-ı Rum'daki bin yıllık islam tarihinin en önemli eserinin burada, bugün birleşik Avrupa'nın sınırı diyebileceğimiz bu tepede inşaa edilmiş olması ne güzel bir tesadüf.

Selimiye Camii, akın akın gelen haçlı ordularına "Buraya kadar, buradan sonrasını asla vermeyeceğiz" diye haykıran kutsal bir mühür gibidir.

III. Selim'in mimarbaşı Mimar Sinan'a ustalık eserini ısmarlarken, yedi tepeli şehrin bir zirvesini değil de burayı işaret etmesinde bugünleri hissetmiş olabilir mi? İnsanın aklına ister istemez Edirne müdafii Şükrü Paşa'nın vasiyeti geliyor; "Bulgarlar şehre girmeden ölürsem beni gömmeyin,  kendimi şehit saymıyorum. Cesedimi itler, kuşlar çeke çeke yesinler. Eğer şehir düştükten sonra ölürsem, kefenim, lifim, sabunum çantamdadır. Münasip bir yere gömünüz. Bizden sonraki nesil müdafaamızı onurlu bulup mezarımıza bir abide dikecektir."

Hazindir ki paşanın gayreti netice vermedi. Şehir, Bulgarlara karşı tarihin son kale savunmalarından birini yaptıktan sonra düştü. "Sokakları asker dolu, etrafı kışlalar, istihkamlarla çevrili, mızıka ve boru seslerinin günün hemen her saati havayı çınlattığı" ordugah, çamurlu bir selin önünde yıkılan bir sed gibi devrildi.

Balkan kavimlerinin çıkar kavgasından doğan fırsatla tekrar alınsa da, beş yıl sonra tekrar Yunanların işgaline uğradı. Ve o ulu ağaçlar,imaretler, tekkeler, avlular, meydanlar, revaklar kaybolup gitti. Geriye kalan selatin camilerin yalnızlıkları oldu.